Buda’yı Ararken Rumi’yi Bulmuştum Oysa

Bir tutkunun ardından, beni bile şaşırtan ani bir kararla Nepal için tek yön uçak biletimi almıştım. Şanslıydım belki de, yolunu izini bilmesem de, Katmandu’da bir manastırdan kabul almıştım. Gidip görecek, belki de bulacaktım Buda felsefesi olarak anılan mindfulness meselesini…

 Öyle ya, bir bilim kadını olarak, yerinde öğrenmeliydim bunu. 

Rivayete göre Buda, şimdiki adı Nepal olan bölgede bir kraliyet çocuğuyken, tesadüfen karşılaştığı acı, yaşlılık ve ölüm olgularının peşine düşerek, sarayı terk ediyor ve bugünkü adı Hindistan olan bölgeye giderek aydınlanıyordu. 

Peki, neydi ki bu ‘aydınlanma?’ 

Farkındalıktan, fark’andalıktan farkı neydi acaba? 

Zihnim bu sorularla doluyken, kendimi Hindistan bileti ararken buldum. Buda yürüyerek gitmişti evet, ancak benim o kadar vaktim yoktu. Malum, bir akademisyen olarak tezler, dersler ve yayınlar… 21. yüzyılın çılgın getirileri yani… 

Hindistan’da 3-5 gün için barınabilecek bir yer seçmeye çalışırken o ışık yandı… ‘bir yeni mesajınız var… 

Yeni Delhi Üniversitesi’nden aldığım davetle gelmişti mesajım. Aydınlanmanın yolu açılmıştı belli ki!

Her zamanki koşturmaca arasında, hızla akan zamanın içinde, anları yakalayarak geçen günler sonrasında işte o gün gelmişti. Buda’yı bulacaktım. 

Katmandu’ya uçtum 9 saat. Sabahın ilk ışıklarında Tribhuvan Havalimanı’ndaydım. Bir taksiyle manastıra geçtim. Eğitimim daha o ilk dakikada başlamıştı sanki. Tüm heyecanımla kim olduğumu, neden orada olduğumu anlatmaya çalışırken ben, ‘sus’ dedi manastırın Guru’su. ‘Sus, konuşursan kendini tekrarlarsın, oysa dinlersen öğrenirsin’. Sustum… o an, o gün ve sonraki günlerde…

Bir hafta kaldım o manastırda. 24 saatle tanımlanan günün her bir anını, anda yaşadığım için 24 ay gibi geçiyordu gün. Sabah 5.00’da uyanıp güne başlıyor, akşam 22.00’da günü bitiriyor olsakta buna alışmamış bedenim tamamlanmıyordu sanki. 3-4 saat uykularla geçiyordu günlerim… 

İlk öğrendiğim, meditasyonun kendisi oldu. Ben Amerika’da öğrenmiştim Budist meditasyonunu. Komik tabii? 

İyi ya, bu sefer yerinde öğrenmeye gelmiştim işte. 

İlk dört gün, Budist meditasyonu için bir koşul olan lotus pozisyonunda oturmayı denedim. Ancak, ‘Tam aydınlanacağım anda bir uyuşma geliyor’du sanki. Ve o an odağım, büzüşen ve uyuşan bacaklarıma ya da yere temas eden ayak bileği kemiğimdeki acıya yöneliyordu. Hal böyle olunca tabii, ne derin düşünce ne de meditasyon hak getire. 

Düşe kalka geçti 8 seans, dile kolay 4 gün. Daha yolum uzundu, biliyordum, ama neyse ki mantra öğrenme vakti gelmişti sonunda…

Önce gözlerim açık, sonra kapalı, Om mani Padme hum eşliğinde renkler arasında geziniyordu zihnim… Kollarımın, dans edercesine gökyüzüne uzanıp, oradan avuçlarımın arasına kattığım ışığı, göğsümde birleştirerek kalbime kondurduğum, göğsümde birleşen avuçlarımın yeniden ayrışarak, sol ve sağ kolumun usul hareketleriyle, avuçlarımdan yeryüzüne bırakılan rahmet gibi ritmik bir salınışa karışmasıydı. Çabucak alışmıştım buna. Pek de sevmiştim, renklerin eşlik ettiği bu ahenk arasında kaybolmayı…

Rüya gibiydi yani…

Ardından, anda kalmanın pek mümkün olmadığı Hindistan macerasıyla yok olmuştu sanki tüm o mistik anlar…  

Sayılı gün çabuk geçer misali, son buldu Buda’yı arayışım. Ben onu bulamasam da onun beni bulduğu aşikar olacaktı haftalar sonra…

Yuvama dönmüştüm.

İstanbul hengamesinde gün, günü kovaladı… 

Yaz bitti, son bahar geldi. Bir gün bir sebeple kalbimi ziyaret eden hüznümü derin bir nefesle içime çekip, evrenden gelen mesajla Mevlana’ya sığındım. Bomboş gözlerle internette dolaşırken, bir kaç saat sonra gerçekleşecek olan Sema gösterisinin bileti düşmüştü önüme. Gözlerimin bugusunu yanıma alıp, burnumu çeke çeke yol aldım gösteriye doğru. Son dakika yetiştiğim etkinlikte, son dakika yerini iptal eden, ama en önde olacak kişinin koltuğunda yerimi aldım. Gözlerimi kapatıp ney sesine bıraktım ruhumu. Semazenler yerini alacaklardı birazdan.

Gözlerim kapalı kayboluyordu bedenim ilahilerin ritminde. Birkaç dakika sonra usulca açılan gözlerim, kendi etrafında dönen semazenlere tanıklık ederken o salonda, bedenim huzurla titriyordu. Semazenlerin ritmik salınışı eşlik ediyordu ruhuma. Bir ışık iniyordu sanki mevladan, gözyaşlarım süzülüyordu yanaklarıma. Semazenlerin bir avucu gökyüzünü, diğeri yeryüzünü işaret ediyordu. Nepaldeki Om mani Padme hum gibi. 

Aydınlanma bu olsa gerekti.

Buda’yı sorarken Nepal’de, Rumi’yi bulmuştum ben. Mevlana Celaleddin Rumiydi kendisi…